top of page

NİSA OKUMUŞ

NİSA OKUMUŞ

BOZKIRIN TÜRKÜSÜ

Gitmek üzerine çok fazla düşündüğüm günlerdi. Düşlediğim şey; okuduğum kitaplardaki gibi ana karakterin gittiği ve hayatın ona yepyeni bir renk sunduğu bir gitmek miydi yoksa sadece gitmek miydi bilmiyordum. Sırtımdakilerde benimle gelir miydi, ceplerimde neler taşırdım, gittiğim yerin bir kapısı olur muydu, ben o kapıyı açabilir miydim hepsi düşlerimi yoran sorularımdı. Bildiklerimse kalbimi yoranlardı. Bir ışığım vardıysa eskiden artık yoktu. Yorgundum. Yoldan ve yoldakilerden yorulmuştum. Kırık banklara, bozuk sokak lambalarına, yürürken ayağıma takılan taşlara bile küskündüm. Var olduğumu sandığım her kapının bir duvara dönüşmesini seyretmiştim. Her kapıyı açmamam gerektiğini öğrenmiştim. Kendimi bir yaş büyümüş sanıyorken kalbimi on yaş eskitmiştim. Bilmemek garip bir yermiş, ben oraya gitmiştim. Böylesine günlerdi ve ben sadece gitmek istiyordum. Gittim ve kendimi bir bozkırda buldum.

Sırtında ve cebinde taşıdığı yüklerinden başka hiçbir şeyi olmayan ben, bozkırın ortasında haritada bir noktaydım. Dağlarla örtülü yollarda ilerleyen, boyası biraz dökülmüş eski model kırmızı bir araba ve artık sadece eski hikâyelerde kaldığını sandığım radyodan yükselen cızırtılı şarkı sesleri Bişkek’ten Issık Köl’e giden yolda benim eşlikçilerimdi. Kırgızca bir şarkının notalarıyla bozkırın tadını çıkarıyordum. Saçları hafif kırlaşmış, çekik gözlerinin etrafı kırışıklıklarla dolu “bayke”, büyük bir dikkatle arabayı kullanıyor, ara sıra bana seslenip yarım yamalak Kırgızcamla eğlenmeyi de ihmal etmiyordu. Sırtımdaki ve cebimdeki yüklerimden başka bir de çantamda gittiğim her yere benimle birlikte gelen kitabım, Cengiz Aytmatov’un Cemile’si vardı. Bu kitapla uzun yıllar önce Ankara’da fakültenin bahçesinde bir bankta otururken tanışmıştım. Daha sonra ise bir daha ayrılamamış, defalarca okumuş, baş ucu kitabım yapmıştım. Bir şey vardı beni bu kitaptan ayıramayan. Cemile’nin bozkırda ardına bile bakmadan yürüyüp gitmesi mi, Danyar’ın bir dağ gibi Cemile’nin yanında olması mı yoksa geride kalan Seyit’in hüznü müydü beni ayıramayan bilmiyordum. Benim bilmediğimi kalbim biliyormuş da bu kadar bağlamış beni bu kitaba olacak ki ben de Cemile gibi olmak ve sadece gitmek istiyordum. Ben Cemile’yi bulmak, Cemile olmak istiyordum.

Hayat bu ya İstanbul’da, Ankara’da, Bayburt’ta, Erzurum’da ayağımın bastığı memleketimin her toprağında nasıl Cemile’yi bıkmadan usanmadan, tekrar tekrar okuduysam bu kez de bozkırda, onun topraklarında Cemile’yi okuyordum. Bayburt’un, Erzurum’un bozkırlarında Cemile’yi çok aramıştım. Ben gittiğim her bozkırda Cemile’yi aramıştım. Ama bu kez her şey bambaşkaydı. Bişkek’ten Issık Köl’e giden o yolda, Bozkır’ın tam ortasındaydım. Yılkı sürüleri koşturuyordu arabanın etrafında yarış eder gibi. Kırgız atlarının güzelliğinden gözlerimi alamıyordum. Toynak sesleri dolduruyordu kulaklarımı. Az ötede onları gördüm. Cemile’yle Danyar kolhoza çuval taşıyorlardı. Nefesim kesildi bir an için. Onlardı ve ben onları görüyordum. Konuşmadan anlaşabilmenin mümkün olduğu bir anı seyrediyordum onlara bakarken. Sanki günler geçiyor, mevsimler değişiyor da onlar hep orada kalıyorlardı. Araba ilerliyor, yine ötelerde onları görüyordum. Bir patikada, Cemile dilinde hiç bitmeyen türküleriyle koşturuyordu Danyar’ın ardı sıra. Fırtına uçuşturuyordu örgülü saçlarını, oyalı yazmasını. Bulmuştum aradığımı. Örgülü saçlarından, oyalı yazmasından emin olmuştum. Hele ki türküleri. Cemile’den başka kimse sevdasını bir türküyle bu kadar güzel gösteremezdi. Bulmuştum işte. Cemile’yi bulmuştum. Araba biraz daha ilerliyordu ben onları izlerken. Her okuduğumda beni tekrar tekrar boşluğa düşüren o sahne karşımdaydı artık. Cemile’nin saçlarında beyaz şalı, eli Danyar’ın elinde öylece yürüyorlardı. Cemile gidiyordu. Elinde küçük bir bohçası vardı. Neleri sığdırmıştı o bohçaya, neleri geride bırakmıştı bilmiyorum ama gidiyordu. Yüzlerinde hem korku hem heyecan vardı. Kavuşacaklardı artık. Bu yol onların kavuşacakları diyarlara giden yoldu. Bozkır geride kalacaktı. Tam o anlarda Seyit’i gördüm. “Cemile!” diye bağırıyordu ama sesi yetişmiyordu Cemile’ye. Düşe kalka koşuyordu arkalarından. Yol uzuyordu sanki Seyit gittikçe. Yetişemiyordu. Öyle çok istedim ki bu kez her şey farklı olsun ve Seyit yetişsin onlara. Sevdiği Cemile’ye veda etsin, sevdasını Danyar’a emanet etsin, içi içini yese de “gitme” diyemeyip son bir kez sarılsın. Ama olmadı. Her şey kitapta okuduğum gibi oluyordu. Cemile ve Danyar gözden kaybolmuş, Seyit hıçkıra hıçkıra bağırıp sesini duyurmaya çalışıyordu. Cemile’yi arayıp Cemile olmak isteyen bana bozkır ilk dersini vermişti: Ben bu hikâyenin Seyit’iydim. Yetişemeyen sesim, uzanamayan kolum Seyit’ti. Varamadığım yol Seyit’ti. Ayak bastığım her toprakta, çıktığım her yolda, neyi aradığımı bilmeden gittiğim her şehirde olduğum tek şey Seyit’ti. Nicedir içimde taşıdığım, şehir şehir dolaştırdığım yorgunluğum, küskünlüğüm bu yüzdendi. Ben de tıpkı Seyit gibi bozkırın ortasında geride bırakılmıştım. Radyodaki cızırtılı sesler, toynakların gürültüsü, Cemile’nin türküsü, Seyit’in çığlıkları hepsi birbirine karışıp bir türkü söyledi bana: Bozkırın türküsünü.

Baykenin seslenmesiyle döndüm bir anda koltuktaki yerime. Gördüklerim rüya mıydı, hangi rüya bu kadar gerçek olurdu? Uyanmış mıydım şimdi ben? Cemile neredeydi? Peki ya Seyit? Ben Seyit’sem gerçekten de Seyit şimdi mutlu muydu? Mutluluğu nerede bulmuştu? Ben de bulur muydum o mutluluğu? Tonlarca soru vardı zihnimde. Peki ya duyduğum o türkü? Hiçbiri gerçek olmasa da duyduğum türkü gerçek olmalıydı. Sorularıma bir cevap ararcasına “Bozkırın türküsünü sen de duydun mu?” diye Bayke’ye sordum. Bayke bir an için gülümsedi bu soruma. “Biz o türküyü duymayalı çok oldu. Buralarda yaşadıkça bozkır sana türküsünü duyurmuyor, yaşatıyor.” dedi. Bayke’nin ne demek istediğini anlamıştım. Herkesin bu hayatta bozkırı da başkaydı, türküsü de. Ben de kendi bozkırımla ve onun türküsüyle tanışmıştım. Doğduğum topraklara geri dönerken artık ceplerimde bu türkü de olacaktı. Usulca başımı cama yasladım.

bottom of page