top of page

FATMA ÖZGER BİLGİÇ

FATMA ÖZGER BİLGİÇ

TÜM YAZILARI

BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN!

Bayramlar sevginin filizlendiği, saygının boy aldığı birlik beraberliğin güçlendiği-beslendiği güzel ve de gizemli günlerdir desek yanlış olmaz.
Her toplumda bayramlar vardır elbette. Bizde de hem dinî hem de millî bayramlar var. Toplum olarak bayramlara bir başka özeniriz. Eskisi gibi olmasa da yine de dört gözle bekleriz bayramları.
Evet işte bugün, Kurban Bayramı. Müslümanlar için hicri takvime göre Zilhicce ayının10. gününden itibaren başlayan ve dört gün süren mübarek günler... Gönlünüzce olsun!
Hanefi mezhebine göre kurban kesmek sünnettir. Allah adıyla O’nun sevgisiyle yapılan her şey sevaptır. Yeter ki gönülden olsun, gösterişten uzak olan ve paylaşılan makbuldür. Dinimiz, paylaşmayı, yardımlaşmayı bize emreder. Yoksa yapılan hiçbir şeyin kıymeti yoktur. Sözde değil özde olmalıyız daim.
Herkes kestiği kurbanı önce yoksul yakınlarına dağıtsa sonra da komşu, eş, dosta dağıtılsa karşılıklı sevgi de güçlenir. Düşünülmek, değer görmek, hatırlanmak her insanı mutlu eder elbet.
Her nesil bir önceki bayramlara bir başka özense de bayramlar yürekteki coşkuyu alevlendiren, birlik beraberliği kamçılayan, küsleri barıştıran... ve hepimizin sevdiği, beklediği özel günlerdir.
Git gide toplum değerlerimiz değişmekte gelişmekte... Gelenek görenekler bile değişmekte. Bayramlarımız da ne yazık ki her yıl biraz daha değişiyor ve o güzelim gizemini de kaybediyor.
Artan teknoloji kişileri bireyleştirdi. Bireyleşen kişiler de daha çok kendiyle yalnız kalmak ister. Paylaşım, kalabalık ortam, fedakârlık, beraber iş yapma ve yardımlaşma da giderek azalmakta.
Eskisi gibi kalabalık sofralar kurulmuyor, anne ve babaya dahi yeteri kadar zaman ayrılmıyor. Özenilmiyor. Akrabalık bağları zayıflıyor. Kuzenler, yeğenler birbirlerini tanımıyor, gidip gelmeler yok gibi. Dil, eksik arayıp gönül kırma derdine giriyor, gönül hırslanıp kendini farklı ve yukarıda görüyor.
Artık bayram demek, tatil demek oldu. Bir yerlere gitmek ve çekirdek aile olarak tatil yapmak moda gibi... Müsaitse durumu yurt dışına bir kurban göndererek vicdanını rahatlatmak ve şık giyinip keyfince gezmek günümüzde bayram oldu işte...
İslamiyet; bencilliği, açgözlülüğü, cimriliği, kibri, kini, öfkeyi, dedikoduyu, gönül kırmayı... asla önermez bilakis bunlar yürekte çoğaldıkça günaha götürür. Gülümsemenin bile sadaka sayıldığı bu yüce din, ihtiyacı olana mutlaka maddi manevi yardımı önerir.

Yapılan her güzel davranış hem sevaptır hem de kişileri birbirine yakınlaştırır öyle değil mi? Kişiler birbirine yakınlaştıkça, sevgi, saygı, muhabbet filizlenir en taş gönlü bile yumuşatır.
İyi insan olmayı, vermeyi, çocukları mutlu etmeyi sırf bayramlarda yapmamalıyız. Her zaman yakın çevremizden başlayarak yardımlaşmalıyız. İyi günü, kötü günü bilmeli ve paylaşmalıyız. Birbirimize özenerek zaman ayırmalıyız. Yaşlıları, çocukları ziyaret etmeli, küçük hediyelerle onların gönlünü okşamasını bilmeliyiz.
Sevdiklerimizi hatırlamayı, hasta olanları ziyaret etmeyi, ihtiyacı olana yardım etmeyi, bölüşmeyi, dost - akraba ziyaretini, iyi insan olmayı... sırf bayramlarda değil her zaman yerine getirmeliyiz. Bu konularda titiz olmalı ve verici olmalıyız.
Doğrusu öyle bir zamanda yaşıyoruz ki kardeş kardeşin malını, çocuğunu kıskanır olmuş. Üstle yarışıp altı görmezlikten geliyoruz. Kıskançlık, öfke, kibir, kötü hırs, dedikoduyla beslenip mutlu olmaya çalışıyoruz. Emek vermeden refah, lüks yaşama derdine girdik. Şükrü unuttuk, azla mutlu olmayı beceremedik, hep fazlasını bekledik. İşte bu kötü özellikleri yürekte yok etmedikçe mutlu olamayız
En son hangi yaşlı akrabanızı ziyaret ettiniz? Onların hangi ihtiyacını karşıladınız? Evini temizleyip bir yemek yaptınız ya da götürdünüz? Ölen aile büyüklerinizi bayramdan bayrama mı hatırlayıp onların ruhuna bir Fatiha okudunuz? Akraba ve çevrenizde varsa öksüz, yetim kaç çocuğu sevindirdiniz? Özürlü çocuğu yahut yaşlısı olan yakınınıza kaç kez yardıma gittiniz?
Hayat hiç kimseye eşit değil. Her dönem kötülük elbette var ama biz içimizdeki tüm kötülükleri yok etmek ve iyilik, güzellik her ne varsa her günü bayram düşünüp birbirimize destek olmalı, birbirimizle yardımlaşmalıyız. Bizden üstün olanı takdir etmeliyiz. Bize ihtiyaç duyana koşmalıyız. Paylaşmasını bilmeli, sır tutmalı, emaneti korumalıyız... Allah’a ibadeti, iyi kaliteli yaşam için de bu dünyada dürüstçe çalışmalıyız. İşte o zaman her günümüz bir bayram olur. Allah katında da sevabı büyük…
Kurban Bayramı’nız kutlu olsun. Yüreğiniz daim çocuk sevgisiyle çarpsın, bedeninize enerji, huzur versin. Cebiniz bereketli, yuvanız mutlu, geleceğiniz umutlu, her gününüz kutlu olsun.



ŞAİRLE ŞAİRCE DÜŞÜNMEK GEREK
Nazım Hikmet’in Ölüm Yıl Dönümü Anısına

Dünyadaki tüm güzellikleri sanatsal bir dille dile getirmek, duygu dünyasını ve hayal dünyasını birleştirmek, toplumsal çıkmazlarda yol göstermek, dönem dönem toplumların girdiği bunalımlarda çözüm aramak için toplum olarak geride kaldığımız zamanlarda şair-yazarlar üstüne düşeni yapmıştır. Bazen birlik beraberliği güçlendiren yazılar yazarak konuşmalar yaparak millî ruhu dirilişe getirmiş bazen ilerleyen devletleri takip edip ilerlemek için yol göstermiş bazen de bilgiyi, duyguyu, sanatsal estetiği toplumla buluşturmuş ve yeni ufukları bireylere göstermişlerdir. Şair, şiirleriyle dünyayı, duyguyu, yeni fikirleri şiir zekâsıyla-hayal dünyasını birleştiren Allah’ın özel yarattığı kişiliklerdir ya da duygu dünyasına zekâyı, hayal gücünü katarak toplumların ilerlemesi ve ruhun duyguyla beslenmesi için emek veren, yürek veren, zamanını, ömrünü bu yola gönüllü veren cefakâr, azimli, yurttaş bir askerdir. Edebiyat dünyası canlıdır, hep değişir. Çağın getirileri ve götürüleri edebiyatı etkiler ve edebiyatın konusu olur. Şair, değişen dünyayı takip eder ve eserlerinde de işler.
Şairlerin gerek platonik gerekse karşılıklı aşkları hep dikkat çeker, konuşulur, yazılır. Aslında herkes az çok gizli veya açık, aşk yaşar; bu, doğanın kanunu... Kıyıda köşede kalır bu aşklar. Şairlerin aşkları esere dönüştüğü için de ispatlanır. Böylece bu aşklar dillere düşer. Yoksa her yürek az ya da çok her duyguyu yaşar kimi gizler kimi de çarşaf çarşaf, ballandıra ballandıra yazar kitaplara. İşte bu yüzden de birçok şair - yazarın özel hayatı, sanat hayatından önce dikkat çeker diyebiliriz. Şairin inancı, ırkı, aşkı... özelidir. Saygı duymak gerekir o kadar. Kimse kimsenin özelinin peşine düşmemeli. Merakımız, enerjimiz, yazılan esere ve topluma kattığı yenilik, güzellik olmalı.
Her şair biraz deli doludur. Öyle olmasa bu kadar farklı, duygu dolu, ufku zorlayan temaları işleyemezler. Gördüklerini, duyduklarını ve okuduklarını bizden daha farklı algılayabilir, anlatabilir, şiirlerine işleyebilirler. Toplumu oluşturan her kesimin duygularına dil olan, yenilikleri takip eden ve toplumla buluşturan bir kişilik dolayısıyla güçlü bir karakter, farklı bir karakter, yenilikçi bir karakter ve hırslı bir karakterdir şair. Belli bir kesimin dünyasına hitap eden, toplumsal konuları kaleme almayan, devrin adamı olan, belli siyasi görüşe odaklanan kişi ya da kişiler bir yere kadar yol alır ama yarıda kalırlar. Her toplum da şairine sahip çıkmalı, onu maddi manevi desteklemeli. Şair sevildiğini, sayıldığını gördüğü vakit daha güzel eserler için kolları sıvar ve yeni eserler de ortaya çıkar. Her dönemde bazı şairler yanlış anlaşılmış, dışlanmış, sürgünlere gönderilmiş hatta bazıları öldürülmüş. Yıllar sonra da bu şairlerin ne demek istediği anlaşılmış ve yapılan o haksızlıklar dile gelmiş. Dile gelse de o, şairin yaşadığı o haksızlık, üzüntüyü kim ya da kimler telafi eder ki... Birçok eserin kaybıdır. Bir ömre yaşatılan çiledir ki bunun vebali de büyüktür. Bir kişi ya da kişiler art niyetli bir şeyler yazmış ve diğerleri de sorgusuz sualsiz peşinde gitmiştir. Öldürülen, derisi yüzdürülen, boğdurulan, denize atılan gibi örnekler var edebiyatımızda ne yazık ki... Bazen şair bile şaire haksızlık yapıyor, onun hakkında çok üzücü şeyler yazıyor ve o şairin gelişimine, kişiliğine çok zarar veriyor. Farklı olmak, farklı düşünmek bilakis zenginliktir, güzelliktir. Yazan, yazana her konuda zıt grupta olsa bile saygı duymalı, kalemdaşını desteklemeli, motive etmeli ve yeni, farklı eserlerin çıkışına vesile olmalıdır. Destek olmuyorsa da köstek olmamalı... Birilerini kötüleyerek ön plana geçmeyi düşünmek bile insanlık dışı, çok bencilce bir tavır. Kıskançlık, öfke, hasetlik, dedikodu, iftira hiç kimseye yakışmaz. Bunlar ancak hakka girmek ve küçülmektir. Tarih boyunca ne yazık ki devrin siyasilerine yakın şair- yazarlar bazı şair-yazarlara büyük haksızlıkların yapılmasına önayak olmuşlar. Bunları tek tek saymak kitaplar dolusu... Bazı şairler, çağına damgasını vursa da önemsenmez bazıları alkışlayacağına yerden yere vurmak ister. Ha bire açık arar. O başarıyı gölgeler ve verilen emeğe, ortaya çıkan esere haksızlık eder. Bir eserin ortaya çıkması hiç de kolay değil. Maddi manevi çok zahmetli fedakârlık ister. Ömürden günler, aylar bazen de yılları alıp gider. İşte bu emeklere hepimizin saygı duyması gerek ve maddi manevi de yardımcı olmak gerek. Hasetlik, kıskançlık gibi basit - kötü duyguları yüreğimizde yok etmek büyüklüktür. Nâzım Hikmet gibi birçok şair-yazar, yaşadığı dönemde birçok haksızlığa uğramıştır. Hareketli, sancılı bu dönemi yaşamak da kolay değildi. Duygu dünyasını alevlendiren Anadolu’nun yokluk, kıtlık zamanı... Her yenilik zorluklarla ortaya çıkar. Önce zıt gruplar kendini gösterir, yarış, arayışlar ve göze batmalar her yenilikte olabilir... Bu ortamda yaşamak da fikir sunmak da çok zordur.
Nâzım Hikmet 1902- 1963 yılları arası yaşamış. 61 yıllık ömrünün her gününe bir eser bırakmış gibi. Onun şairliğe başladı yıllar, Türk şiiri de yeniliklere kanat açmış birkaç dalda ses, imge arayışları sürüyordu. Divan edebiyatı, Batı edebiyatı, Edebiyat-ı Cedide gibi yeni akımlar ve bu akımlarda kendini iyi yetiştirmiş şairlerin dönemi hareketli bir dönemdi. Onun şiirlerinde biçim ve uyum ön plandadır. Dili sade konuşma dilidir. Hapishane yıllarında öyküleme tekniğini de ustaca kullanmıştır. Şairliği ile ön planda da olsa da Nâzım Hikmet, edebiyatımızın hemen hemen her dalında eser vermiş. Şiir, hikâye, roman, fıkra, senaryo, tiyatro, mektup, çeviri, inceleme yazıları, derlemeler ve seçkiler gibi her dalda yeteneğini göstermiş bir yazar ve ressamdır aynı zamanda. Nâzım Hikmet yüzün üstünde eser bırakmıştır Türk edebiyatına. Ayrıca yazdığı senaryolara yönetmenlik de yapmıştır. O ilk şiirleri Mevlevi dedesinden dinler.
15 Ocak 1902 tarihinde Selanik’te doğan Nâzım Hikmet, annesi 1880 yılında Selanik’te doğan Ayşe Celile Hanım’dır. Özgür ruhlu, yabancı dil bilen, piyano çalan yetenekli Ayşe Hanım, Türk resminin en önemli ilk kadın ressamlarındandır. Resim derslerini son saray ressamlarından Zonaro’dan almıştır. Dedesi (annesinin babasının babası) Polonya asıllı Mustafa Celâlettin Paşa’dır. Türk ordusunda yıllarca görev yapmış 1869 yılında da Fransızca “Eski ve Modern Türkler” kitabının yazarıdır. Bu eserde “Türk tarihi, kültürü, dilini, derinliklerden kazıyarak ortaya koymuş. Türk’ü Avrupalılara anlatmıştır.” Ayşe Hanım’ın annesi Alman kökenli olan Osmanlı generali Mehmet Ali Paşa, kızı Leyla Hanım; babası dilci ve eğitimci Hasan Enver Paşa’dır. Nâzım Hikmet’in babası Hikmet Bey, Selanik’in son valisi şair Mehmet Nâzım Bey’in oğludur. Diyarbakır, Halep, Konya, Mersin ve Sivas’ta valilik yapmıştır. Mevlevi tarikatındadır dedesi. Köklü, eğitimli bir aileden gelen Nâzım Hikmet yazar dedesi ve ressam annesiyle sanatın içinden doğmuştur diyebiliriz. Hikmet Bey ve Ayşe Hanım 1900 yılında evlenirler. Ayşe Hanım, 15 Ocak 1902 tarihinde Selanik’te oğlu Nâzım Hikmet’i kucağına alır. Ne yazık ki bu evlilik on yedi yıl sürmüştür. Bu evlilikten üç evlatları olmuştur. Nâzım’ın gerek ailesi gerekse de aile çevresinde de zamanın şartlarında önemli şahsiyetlerle de akrabalıkları vardı. Yazar- gazeteci Ali Fuat Cebesoy dayısı, şair-yazar Ali Oktay Rıfat, teyzesinin oğlu; Ahmet Refik Erduran, kayınbiraderi. İşte tüm bunlar da Nâzım’ın yüreğin sesine dil olmuşlar. Belki de onca eserin ve yenilik peşinde koşmanın amacı bu saygın aile çevresine uyum sağlamak ve onlara layık olmaktı. Ama ondaki o şiir zekâsı ve merakı bunları da aşıyordu. O yürek her gün yenilik peşinde taşıyordu. Var olana bir şeyler katmak gayreti, emeği ve sevdası çok farklıydı öyle olmasaydı o kadar zor şartlarda bu kadar esere can veremezdi belki de... Nâzım, on yedi yaşında ilk şiiri ‘Hâlâ Servilerde Ağlıyorlar mı?’yı yazmış ve özel ders aldığı hocası Yahya Kemal yanlışları düzeltmiştir. İşte bu şiiri ilk kez 3 Ekim 1918’de ‘Yeni Mecmua’da çıktı. Daha sonra da şiirleri çeşitli dergi ve gazetelerde yayınlanır. Nâzım Hikmet, asker kökenli Deniz Harbiye mezunuydu. O, bazı hastalıklarından dolayı askerlikten muaftı. 19 yaşında ailesinden habersiz 1921 yılında bir grup arkadaşıyla beraber (Vâlâ Nureddin, Faruk Nafiz Çamlıbel, Yusuf Ziya Ortaç) İstanbul’dan İnebolu’ya Millî Mücadeleye katılmak için yola çıkarlar. Burada Anadolu’nun o zorlu yaşamını görür. Anadolu’nun bitap, yıkık döneminden çok etkilenir Nâzım. Burada Almanya’dan gelen sosyalist Sadık Ahi (Mehmet Eti ) tanışır ondan yeni fikirler edinir. Buradan da Ankara’ya gelmek istediler fakat Faruk Nafiz Çamlıbel, Yusuf Ziya Ortaç’ın Ankara’ya gelmelerine izin çıkmıyor. (Padişah yanlısı sayıldıkları için.)
Nâzım Hikmet, Vâlâ Nureddin ile beraber yedi gün zahmetli yaya yolculuk yapar ve nihayet Ankara’ya varırlar. Ankara’ya gelen Nâzım ve Vâlâ Nureddin, Ankara Hükûmeti tarafından cepheye gönderilmez. Bolu’ya öğretmen olarak (14 Haziran 1921) görevlendirilirler. Burada bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra Ağustos 1921 tarihinde Bolu’dan ayrılarak Düzce, Akçora, Zonguldak, Trabzon’dan geçtikten sonra 30 Eylül’de Batum’a gelir. Burada Ahmet Cevat (Emre) ve Şevket Süreyya (Aydemir) ile tanışır ve bir süre kaldıktan sonra buradan da arkadaşı Vâlâ Nureddin ile beraber hep beraber Temmuz 1922’de önce Tiflis sonra Moskova’ya giderler. Rusya’ya geldikten sonra gazetede görüp şiirin şeklinden çok etkilendiği, Vladimir Mayakovski tanışır, onun şiir anlayışını benimser “Makinalaşmak” şiirini yazar. Marksizm ve fütürizm akımına yönelir burada... 1924 yılı sonlarında gizliden Türkiye’ye dönmüş Aydınlık, Orak- Çekiç dergilerinde çalışmış. Bu arada yasa dışı Türkiye Komünist Partisi’ne üye oluyor ama partiye üye olanlar tutuklanınca Nâzım gizliden Haziran 1925 tarihinde yine Moskova’ya gider. İstiklal Mahkemesinde yargılanır ve 15 yıl hapsi istenir. Nâzım: “Bu olayla bir bilgisi ve suçu olmadığını söyleyerek hakkındaki iddiaları reddeder.” Nâzım’ın ilk şiir kitabı “Güneşi İçenlerin Türküsü” 1928 yılında Bakü’de yayımlanır. Arkasına diğer eserleri farklı takma isimlerle peş peşe gelir. Türkiye’de 11 ayrı davadan yargılanır. 12 yıl hapiste kaldıktan sonra genel af sebebiyle çıkar. İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde çeşitli zamanlarda yatar. Hapiste okuma yazma bilmeyenlere okuma yazma öğretmiş. İdare evrak işlerine bile yardım etmiştir. O, gittiği her yerde faydalı oluyordu. Farklı zamanlarda hapse girip çıksa da onun için özgürlük hep zordu, yazdıkları hep ilgi çekmiştir. O zorlu dönemin şairi olmak kolay değildi. O da inandığına her şeyi göze alıyor, yazıyordu. Nâzım, birçok kez tutuklanır. 61 yıllık ömrün 17 yılında hapis hayatı yaşar. 19 yaşında Ankara’ya gelen Nâzım ömrünün yarısını vatan özlemi ile öğütmüş gibi... Günümüz şairi olsa belki de hiç hapis hayatı yaşayamayacaktı. Ama bu kadar eser de ortaya çıkar mıydı işte o da bilinmez bir sır gibi. Şair Bursa Hapishanesine geldiğinde (1940 yılı kışı) daha önce tanıdığı arkadaşı Necati de (Necati, Nâzım’ı İstanbul Tevkifhanesinde tanıdığı arkadaşı) vardı. Onun geleceğini duyan Orhan Kemal (Mehmet Raşit Öğütçü 1914-1970) İzzet bu gelişe çok sevinmişlerdi. Şiire meraklı bu üç genç onu seviyor takip ediyorlardı. Orhan Kemal’in şiirine- yazarlığa bakışını değiştiren yön veren, roman, hikâye yazmaya teşvik eden Nâzım’a Orhan Kemal “Üstadım” diyecek ve ders alacaktı. Nâzım, Bursa Hapishanesinde yatarken, hapishaneye Bakanlıktan denetime gelen bir müfettiş, Nâzım Hikmet’i merak eder ve yanına çağırtır. Müfettiş müdür koltuğuna kurulur ve Nâzım’a dikkatlice bakar. Âdeta tepeden tırnağa Nâzım’ı süzer ve küçümser tarzda konuşur:
“-Demek Nâzım sizsiniz,” der. Nâzım'a oturması için yer göstermez. Kısa bir konuşma sonrası, “gidebilirsiniz.” der.
Nâzım tam odadan çıkarken durur ve müfettişe: “Siz, Ömer Hayyam’ı tanır mısınız?” der.
Müfettiş: Ömer Hayyam’ı kim tanımaz ki” der.
Nâzım: “Zaman gelecek ki sizi, sizin dönemdeki başkanı ve diğerlerini herkes unutacak ama bizim gibi şair yazarları hiç kimse unutmayacak.” der. Nâzım o kıvrak zekâsını müfettişe bu sözlerle kibarca gösterecektir. İşte bizler o müfettişi tanımıyoruz biz ve bizden sonra gelecek olanlar da 61 yıllık ömrü edebiyata, vatan özlemine adamış Nâzım’ı unutmayacaktır. Şair- yazarların hayatı maddi manevi çok zor olsa da onlar sonsuzluğa eserleriyle imza atacaklardır.
Nâzım Hikmet: “Ben, bir insan, ben bir Türk şairi Nâzım Hikmet, ben tepeden tırnağa insan, tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret...” der, hayatını az öz bir şekilde bizlere ifade eder kendince...
Nâzım Hikmet birçok yazar gibi ilk şiir ile edebiyat dünyasına giren şairlerimizden... Nâzım, sanatçı bir aileden geliyordu. Şiirlerinde içeriğe uygun bir ses düzeni, sinematografik bir anlatım, etkili duraklar, şiirin görünüşünü özel bir dikkatle örmesi, zengin ses yapısıyla farklı bir tarz yaratıyordu. Serbest şiire yol açıyordu. Kendini geliştirmek için de tüm yeniliklere açıktı. Onun şiirlerinde hem divan edebiyatı hem de halk edebiyatı müzikalitesinin ritmini okuyucusu hissediyordu. Rusya’ya gittikten sonra gazeteden Vladimir Mayakovski’nin basamaklı şiirini görür. Rusça bilmediği için okuyamaz ama şiirin biçiminden çok etkilenir ve edebiyatımızda ilk basamaklı şiiri de o böylelikle yazmaya başlar. Şiir işçiliğinde çok titizdir Nâzım. Farklı ve iyi her şairden etkilense de Nâzım en çok Namık Kemal, Tevfik Fikret, Ziya Paşa ve Vladimir Mayakovski gibi şairlerden etkilenmiştir.
Cumhuriyet dönemi toplumcu gerçekçi anlayışın, serbest nazmı en güzel işleyen ve çağdaş Türk şiirinin bizdeki ilk temsilcisidir Nâzım Hikmet. Onu bazıları acımasızca eleştirse de onu bilinçli takip edenler de vardı. Bu listenin başında İlhami Bekir gelir. Arkasına Hasan İzzettin, Nail V. (Nail Vahdeti Çakırhan), Rıfat Ilgaz, Cahit Irgat, Suat Taşer, Ömer Faruk Toprak, Arif Damar, Ercüment Behzat Lav, Mehmet Başaran, Aziz Nesin, Şevket Süreyya Aydemir, Ahmet Arif, Vedat Nedim Tör, Enver Gökçe, Şükran Kurdakul, ve Hasan Hüseyin Korkmazgil, Ceyhun Atuf Kansu, Attilâ İlhan gibi ünlü birçok şair Nâzım Hikmet’ten etkilenmiş ve onun açtığı yolda gitmiştir... Bu dönemin bazı şairleri arayış içinde gezinmişler de diyebiliriz. Aynı şair birkaç akımı takip etmiş ya da geri dönüşler yapmıştır. Attilâ İlhan lisede okurken dolabında Nâzım Hikmet’in kitabı çıktığı için okuldan atılıyor. Hem de başka bir yerde okuması bile yasaklanıyor. Ama Attilâ İlhan’ın babası hâkim olunca oğlunun okuması için çok uğraşmış ve okuma hakkını tekrar almıştır. Bu örnekte de gördüğümüz gibi Nâzım ve kitapları o devirde çileli bir yaşam yaşamıştır. Özellikle 1940 sonrası Nâzım Hikmet’in şiir anlayışı birçok şairin şiirinde bu fark net görülür. Günümüzde de Nâzım Hikmet etkisinde şiirler yazan şairlerimiz var. Ama Nâzım’ın şiirde ürettiği tekniği, dil, imge, ses zenginliğini tam olarak yakalayan da yok gibi... Nâzım bambaşka bir ekol yaratmış da desek yanlış olmaz. Nâzım: “Kimine göre sosyalist düşüncenin temsilcisi bir şair kimine göre vatana ihanet etmiş bir komünist kimine göre de aşkları ve memleket özlemi gibi motifleri çizilen bir kültür imgesi” Aslında onun yüreğini memleket özlemi ve belki de bu özlemden sarıldığı aşkları en doğrusudur diyebiliriz. Memleketine bu kadar özlem dolu mısraları yazan hangi yürek hainlik yapabilir ki bunu da derinden düşünmek gerek. “Kuvâyi Milliye Destanı” gibi şiirleri yazan şair hain olamaz. Halkın yüreğine inen, onların duygu, düşünce dünyasını kaleme alan şair, hainliği bilmez. Onun çevresindekilerde kin bitmiyordu. Gazeteye resmini koyup “Onu göremezseniz de resmine tükürün!” diyen bir zihniyeti mantık almıyor. Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un dediği gibi “Yüce Türk şairi affet bizi.”
Kendilerini ön plana çıkarmak için onun eserlerindeki farklı konuları farklı temaları görmemezlikten gelmişler. Nâzım’ın ömrünün en güzel yılları ya gurbette geçmiş ya hapiste. Bu etik değil, büyük bir utançtır. Bunu Nâzım kesinlikle hak etmemiştir. Şiirleri-yazıları farklı dillere çevriliyor. ( Elliden fazla dile çevrilen şiirler) dünya okuyor, sayısız ödüller alıyor, Nâzım’ın farkını tüm dünya fark ediyor. Aziz Nesin’in dediği gibi: “Dünyanın en iyi tanıdığı üç Türk’ten biridir Nâzım Hikmet. 20. yüzyılın en gözde şairi oluyor ama kendi ülkesi onun yazdıklarını övmeyi bırak yasaklıyor, küçümsüyor, siyasi olarak farklı boyutlara çekiyor. Hâlbuki o şiirlerde, vatana hainlik değil mısra mısra özlem var, sevda var. Yenilik var, yaşanan her duygu, düşünce var. Hele oğlu Mehmet’e yazdığı şiirleri yürekleri dağlar. Onu gazetelerde takip eden yabancı bir şair bu baba-evlat özleminden çok etkilenir. Nâzım’ın bu şiirlerine karşılık şiir yazmıştır. İşte Nâzım’ın oğluna yazdığı kısa bir şiiri:
“Karşı yaka memleket,
Sesleniyorum Varna’dan,
İşitiyor musun?
Memet! Memet!
Karadeniz akıyor durmadan,
Deli hasret, deli hasret,
Oğlum, sana sesleniyorum,
İşitiyor musun? Memet! Memet!” Her mısrasında özlem akıyor, yürek yakıyor. Edebiyata emek veren, yürek veren her kalem bizim için çok değerli. Yunus Emre, Mevlâna, Âşık Veysel, Karacaoğlan, Orhan Veli, Ümit Yaşar Oğuzcan, M. Akif Ersoy, Sezai Karakoç, Ayhan İnal, Bahattin Karakoç... hepsinin de farklı bir değeri var, güçlü kalemi. Ara yoldan hepsi ana yola çıkıyor sonuçta... Gönlümüzde sonsuza dek tüm şair-yazarlarımız yaşayacak bizlere de yazdıkları ile ilham olacaklar. İşte bazı şair ve yazarlar bazen toplumu bilinçlendirmesi gerekirken kör kuyulara götürüyor bu canlı sanatın hayat damarını kesmeye çalışıyor. Oradaki farklılığı, zenginliği, emeği görmezlikten geliyor. Kendi yazdıklarına değer verip bencilce yandaş çoğaltıp bazılarının hakkına giriyor. Yeni yetişen şair-yazarlara da kötü örnek oluyorlar. Şair ve yazar da sonuçta insan hata da yapabilir ama bunu daha tatlı bir dil, yapıcı bir dil kullanarak eleştiri yapmalıyız. Etik olan da budur. Onun özel hayatı, siyasi görüşü bizi asla ilgilendirmez, yazdıklarına yansıtmadıktan sonra. Nâzım’ın peşini şansızlık bırakmıyordu. Ölüm korkusu, tekrar hapse girme korkusu, ona kaçmaktan başka yol yok gibiydi... Nâzım en son Rusya’ya kaçtığında Türk vatandaşlığından çıkarılmıştı. 1935’te çıkan Soyadı Kanunu ile aldığı ‘Ran’ soyadının yerine 1951 yılında Polonya vatandaşlığına geçmiş ve dedesinden dolayı ‘Borzecki’ soyadını almıştı. Kendi soyadının yerine de babasının ismi ‘Hikmet’i de kullanır. 58 yıl sonra 5 Ocak 2009 tarihinde Nâzım Hikmet’e tekrar vatandaşlık hakkı verilir. Nâzım her konuda yazdığı gibi âşık olduğu kadınlara da çok güzel şiirler yazmıştır. Ama onun Münevver Andaç ile yaptığı evlilikten doyamadığı tek evladı ‘Mehmet Nâzım’dır. Onun hayatına giren kadınlar onun için çok değerli idiler. “ Münevver'e olan sevgisi, Galina'ya olan bağlılığı, Vera'ya karşı olan tutkusu ve Piraye'ye olan aşkıyla yüzlerce mektup yazmış, aşka âşık bir devrimci...” diyen yazar doğru demiş. Nâzım’ın aşkın ve sevginin en zorunu, en güzelini de yaşadığını anlıyoruz. O özel hayatını da sosyal hayatını da sanatına kurban vermişti. Hep kaçmak zorunda kalmak ve inandığını yazmak kolay değildi.
3 Haziran 1963 tarihinde Moskova’da artık çektiği çileli yılların yüküne Nâzım’ın kalbi yeniliyordu. Kalp krizi geçirip vefat eden şair Moskova Novodeviçi Mezarlığına gömülür. Sonuç olarak önce şair- yazarlar birbirlerine destek olmalı var olan farklılığa saygı duymalı ve sonra da toplumu bu bilinçle etkilemeli. Edebiyat dünyasına yeni, farklı, çağdaş konular bulmalı, emeğe saygı duymalı. Her eser, akıl nuru, göz nuru verilerek yürekten, beyinden damla damla süzülerek mısralara, sihirli kalemle gelmiştir. Buradaki emeği, yüreği görmek desteklemek gerekir.

02.02.2024

bottom of page