EKİN AKTÜRK
GÜLPÂRE
GÜLPÂRE
Büsbütün mavi, delicesine huzur ve sükûnet dolu…
Bu coşkun sessizliğin kucağına düşmüşken tam da ebedî bir ananın ezelî ninnileri çınlıyor kulaklarda… Güneşin damlalarıyla çatlayan dudaklarına anasının ak sütü değiyor körpecik bir yavrunun. Komşu kızının yeşillenen dallarına nispet minicik avuçların içinde filizleniyor taze tomurcuklar… Öylesine narin öylesine ince ki bakarken incinecek sanki gönlünce budaklanamayacak diye aklı çıkıyor insanın. Bu körpe tomurcukları utandırmama çabası bir yana ne büyük haz insanoğluna kâl-u belâdan dibine düştüğü toprak anasının, bir oya işlercesine ağır, titiz ve onu bohçalarcasına hassas ve şefkatli bir üslûpla kundağına sardığı filizlerin ruhunu görebilmek…
Pür ü pak nehrin çığlıkları kulaklarını okşuyordu. Diz boyu balçık içinde ayakları bir o yana bir bu yana kaçışan âdeta nehrin müziğiyle dans eden o parlak gümüş tenleri, güneşin yıldızlarıyla alazlanan küçük balıkların izini sürüyordu.
En güzel anlardı onun için nehrin ve ormanın içinde geçirdiği dakikalar… Küçüklüğünü düşlerdi hep… Kim bilir nasıl da sevinmişti anacığı onu ilk kucağına aldığında… Balıkçıydı babası. Elleri geliyordu aklına nedense ne vakit düşünse babasını… Elleriyle dikmişti ilk fidanı nehrin kıyısına, dünya denen bu şaşı felek çıkmazına gözlerini açtığı vakit. Sanki ormanla akitleşiyordu gizlice. Gölgesi dünyayı terk ettiğinde yavrucuğuna kol kanat gersin, tatlı meltem esintileriyle altına her geldiğinde; gölgesine her sığındığında canına ruh değsin diye… Özünü akıtıyordu ona gözlerinden akan her bir damla can suyuyla. Her balığa gittiğinde babası onu da yanında götürürdü. Cesurdu o varken yanında. Dünyanın bütün şimşekleri üzerine çaksa da biliyordu; siper ederdi gövdesini ona. Bu öyle güçlü bir siper ki savaş alanlarında can alıcıların umursamazlıklarına inat, etten kemikten ama gerçek bir siper… Anasının kelebekler konardı eteklerine, sarı kızın memesine her asıldığında… Tertemiz bakraçlarda kaynattığı ak sütten her gün bir şişe ayırır içine de şeker atar, azıklarının arasına koyardı. Koyulurlardı nehrin yoluna ağaçların uğultusu ve yine o tatlı meltem… Beyaz renkliydi sanki ya da toz pembe… Dağlara kar düşmemiş miydi? Sıcaktı hava aksine, mevsim kış olsa bile… Üç balıktı her gidişinde tuttukları. Yalnızca üç, oysa saatlerce beklerlerdi nehrin kıyısında. Babasını seyrederdi uzaktan. Bir çınarın altında otururdu daima… Gözleri gökyüzünün mavisiyle savaşırdı, derin ve güçlüydü. Ne düşünürdü acaba? Belki eski hüzünlü bir anıydı. Düşünür etrafı derin derin izler ve balıklarını tutunca oltalarını toplar evlerine dönerlerdi. Bu onların hayatıydı. Hayat neydi? Mutluluk muydu, hüzün mü yoksa hayatın ritmiyle vals yapan tutkulu insanların tiyatrosu mu? Bilmiyordu. Anlam veremiyordu ama mutluydu.
Bir insanı sadece aşk mı kül ederdi koca bir yangın mı ya da ? Bir insanı sevda da kül ederdi yaşanmışlık da yaşanmamışlık da …Bir yangın yeri bu toprak tarumar toz duman dalgalı ve alev alev …Yanmayan var mı bu hayatta ateş gibi kül gibi ve her seferinde yeniden doğan küllerinden Kaf dağının gizli köşelerinden yükselen o dev kanatlı alevden kuş gibi…Hayat bir yangın yeri kimi zaman. Bazen giden mal bazen can ama daima acıtır yüreği ve kor gibi düşer her kalbe acısı bir köz gibi için için ısıtan ve belki de budur yaşam, daima ayakta tutan her şeye rağmen yenilmeden küllerinden yeniden doğan …
Gün doğarken kızıl rengin bütün tonlarının bir şarap tadı bir mey kokusu gibi burnunda tüttüğü bu dumanlı gecenin sabahına uyanmak ürpertiyordu kalbini …
Sabahın temiz, berrak, ayaz aydınlığı ruhuna doğarken ferahlayarak uyanan tohumların çıtırtıları eşliğinde silinirken bütün efkârlar yüreğinden; günaydın ey toprak, günaydın güzel çam, günaydın tatlı meltem, hoş geldin sabah, hoş geldin mavi deniz… Bahar dalına esen tatlı rüzgâr, yüzüne damlayan masum elmas hoş geldin. Ne güzel duygular getirdin. Unutulmuş gençlik rüyaları, mis kokulu çiçek, güneş gibi sıcak çocuklar, neşeli genç kahkahalar uçuşan narin saçlar, hepsi hepsi mazide mi yoksa dipdiri canlı olduğu gibi hafızanın bir köşesinde, turp gibi yaşıyor mu genç dimağların güncelerinde? Ne güzel şey şu gençlik, unutulmuş rüyalar, tatlı esen rüzgâr umut veren melodiler.
Neler görür insanoğlu ömründe neler yaşar? Neşeyi en alasından kahkahayı en ballandırılan sohbetlerden üzüntüyü en dibinden korkuyu, coşkuyu, umudu ve hayâl kırıklıklarını. Hepsi geride ancak ruhunda eş zamanlı duyguların içine sinmiş korkularıyla en âlâsından hayal kırıklıkları. Keşkelerle dolu günler. Neden hep keşkeler kalıyor akılda keşkelerden çok sevinçler hatırlansa ne güzel çiçeklenecek dallarımız… Anı yaşadığı zaman akıp gidiyordu bütün sular, sellere karışıyor dağlardan akıp ırmaklara dolanıyordu. An ne kadar değerliydi; yaşam anda gizliydi; anda verdiği kararlar, anda hissettiği duygular, anda olduğu kişi onu, o yapıyordu.
Geçmiş, toprak gibi durgun mis kokulu kimi zaman, kimi zamansa pervasız… Bazen ateş gibi yakıp kavuran ellerini bazense su gibi berrak şırıl şırıl akan bir nehir oluyor yaşam…
İç içe geçmiş bir zincir ve halkalar arasında dolaşmış urganlarla bağlanmış pamuktan iplikler yaşamın ta kendisiydi. Anlar anlarla bağlı, geçmiş şimdi ile ilişkili gelecekse yaptıklarının teminatı, işte an, zaman ve yaşam... Yaşama dair akılda kalan kareler güzel gözler, ışıldayan gürül gürül akan dere, sevinç, keder, gözyaşı ve kahkaha…İlk umut, ilk heyecan ve son veda, işte bu insanoğlunun özü …Yaşam hiç bitmez daima devam eder, farklı kişilerde farklı güzelliklerde, pamuk gibi bulutların arasında, ebemkuşağının dibindeki çömlekte her an devam eder devinim. İşin sırrı daima başa alıp seyre daldığın çömleğin içine doldurdukların.
Rüzgârın uğultusu kulakları dolduruyordu. Sallanan dallarda kurumuş yapraklar düşmemek için âdeta kollarını doluyordu ağacın boynuna. Küçücük macunları dökülmüş ama kazıdıkça reçine kokusunun dün gibi keskin olduğu ufacık camından bakan bir çift kahverengi göz… Rüzgârın hayatı savuruşunu izliyordu. Yıldızları izlemeyi çok sever, hayalinde bu yıldızları dolaşıp bin kere gider, sonra geri gelirdi bu kulübeye. Bu ufak ve kalabalık hayatın içinde bir köşede oturmak ve yalnızca kendini duymak istiyordu oysa… Bu şimdilerde pek de mümkün değildi, hepsi tatlı birer hayaldi, şu anda kaderinin zinciri nereye dolandıysa o hayatı yaşamaktaydı.
Kulağının dibinde patlayan bombanın sesiyle kendine gelen Zülküf, yanında yarası oluk oluk kanayan Recep’i sırtladığı gibi revire Gülpâre’ye yetiştirdi. Çocukluk arkadaşı vurulmuş ağır yara almıştı. Recep’in çaresiz soğuk yüzünde, korku dolu gözlerinde elinden kayan çocukluğunu görmekteydi. Zira geçmişten bugün ona kalan tek yadigâr, bu bir çift çaresiz göz idi. Rüzgârın savurarak Recep’in cebinden düşürdüğü mektup gözüne ilişti, hemen alıp kendi cebine koydu.
-‘Korkma, Recep! Gülpâre şimdi iyi edecek yaranı.’ dedi ve dışarı çıktı.
Zaman daha yavaş akıyordu şimdi. Sigarasını yaktı ve mektubun üzerinde Zülküf yazdığını gördü. Mektubun kendine yazıldığını anlayınca açtı ve okumaya koyuldu. Uzaktan geçen trenin soğuk raylara vururken çıkardığı keskin ses zihnini büsbütün galeyana getirmekteydi.