top of page

ABDULKERİM MURATOV

ABDULKERİM MURATOV

NAR ÇİÇEĞİ


— Aman şuna bak, acaba bu ne çiçeği olabilir ki? diye, bembeyaz elbiseli bir kız eğildi, bahçede dinlenip oturanlardan cevap bile beklemeden.
Zaten kızın bu sorusuna hiç kimse de itibar etmedi. İkişer, üçer, dörder kişilik gruplar hâlinde kendi aralarında konuşuyorlardı.
Ancak bir delikanlı kıza yaklaştı. Sonra kızın şaşırarak sorduğu çiçeğe baktı.
— Akşamsefası çiçeği değil mi? dedi delikanlı öylesine.
— Baksanıza, ağabey, yavaşça hareketleniyor, ardından birden açıveriyor çiçeğini. İlk defa görüyorum, dedi kız şaşkınlığını gizleyemeyip.
— Bu böyle bir çiçektir, — dedi delikanlı kıza bakarak, güneş battıktan sonra karanlık çökmeye başlarken açılır ve tekrar güneşin çıkmasıyla da kapanır.
— Ne yani, bunlar gündüzün çiçek azmazlar mı?
— Gündüzleri tek bir çiçeğini bile göremezsin. Goncalarını kapatıp, uykuya dalarlar.
— Nasıl yani, çiçekler de mi uyur?
— Uyuyor mu, uyumuyor mu, ama aydınlığı sevmedikleri kesindir, bacım!
— Çok ilginç, ağabey, müthiş, adını ne demiştiniz?
— Akşamsefası çiçeği. Akşam güzeli yani.
Sabahtan beri gökyüzünde dolaşarak yer yüzüne ışık saçan Güneş; yuvasına -ufka- doğru dinlenmek için alçalarak iniş yapıyordu. Son ışınlarını dünya üzerine saçan kızgın Güneşin battığı yer turuncumsu bir renk alarak kızarıyordu.
Delikanlı kıza alıcı bir gözle baktı. Güzelmiş. Gözleri pırıl pırıl parlıyor. Göğüsleri hafifçe belirginleşmeye başlamış…
— Peki bu nedir? – dedi kız bahçedeki tek başına duran ağaca işaret ederek.
— Nar! – Delikanlı artık istekle cevap verdi.
— Ha-a, nar ağacı böyle mi oluyor?
— Evet öyle oluyor. Daha önce hiç görmemiş miydin?
— Yahu, ağabey, şehirde yaşıyorsam, hiçbir yere çıkmasam, nar ağacını da nereden görecektim …
— Hiç nar yemedin mi?
— Yedim. Güzün, kışın babamla annem her gün en az bir nar yedirirlerdi. Kanın az, nar kan yapar diye kızarak yemem gerektiğini söylerlerdi. Benim de yiyesim gelmeyip, anneannemin söylediği gibi “mızmızlanarak”, yarısını yiyip, yarısını atar idim. Ben narın salatalık gibi yerde yetişeceğini düşünüyordum.
— Ne, sende kansızlık mı var?
— Evet, ağabey, hemoglobinin az diye işte bu dinlenme tesisine gönderdiler ya?
— Ne yani, tek mi geldin?
— Evet, aslında anneannem de benimle gelecekti. Ama babam “Bırakın böyle şeyleri, bunu biri mi yiyecek, tek başına gidebilir, başhekime de söylerim” dedi. Böylece tek geldim. Ne başhekimle görüştüm ne de bir kişi beni yedi. Sonuçta ben çocuk değilim ya. On birinciyi bitirdim.
Kız nar ağacına bir o yandan, bir bu yandan merakla baktı. Nar ağacının uzunluğu ancak kızın boyunu birazcık geçiyordu ama baya da budakları vardı.
— Bu da narçiçeği midir? – dedi kız yaprakların arasındaki sarımsı kızıl çiçeklere işaret ederek.
— He ya, nar çiçeği öyledir. O gördüğün çiçekler beş altı gün sonra işte böyle meyvelerini oluşturmaya başlar, diye cevap verirken, nar çiçeklerinin arasından orda burda tomurcuklanarak hafifçe meyve oluşturmaya başlayan narları göstererek, kızın, sanki ateş alevi gibi görünen al yanaklı yüzüne baktı delikanlı. Kızın yüzü bir anlığına nar çiçeğini anımsattı…
— Biz ise narı pazardan alırız. Babam veya annem narı iki günde bir beşer, altışar adet getirir.
— Tatlısından mı, ekşisinden mi?
— Bilmem. – Kız yine delikanlıya şaşkın şaşkın baktı. – Kısacası onların görevi getirmektir, benim görevim de bitirene kadar yemektir.
— Bundan böyle ben gönderirim artık. Delikanlı kıza karşı ne kadar mert olduğunu göstermeye çalıştı.
— Neden, sizin nar bahçeniz mi var?
— Hayır, benim firmam var?
— Haa, af edersiniz. Sizin firmanız ne tür iş yapar?
— Kazakistan’a, Sibirya’ya elma, nar, kavun, karpuz, şeftali, kiraz, kara erik gibi birçok sebze ve meyve taşır.
— Oo, ağabey! Ne güzel işlerle uğraşıyorsunuz, öyle değil mi? Onların hepsi size mi ait?
— Evet, kendime ait bağ da var. Bahçıvanlarım da. Orada meyve işlerinden anlayan çalışanlarım da var. Ayrıca milletten de topluyoruz ve tırlara, yük vagonlarına yükleyip güneyde Pasifik Okyanusu’na, kuzeyde Arktik Okyanus’una ve batısı Baltık Denizi’ne kadar ulaştırıyoruz. Delikanlı bunları, heyecanla elleriyle çeşitli yönlere işaret ederek göğsünü kabarta, kabarta anlatıyordu.
— Vay be, ağabey. Çok iyiymişsiniz? Ancak Bişkek’e götürmüyormuşsunuz.
— Yahu, Bişkek ne ki, şuracıktadır. Ben sana her hafta birer pikap nar gönderirim. Adresini söyle yeter.
— Ah, ne güzel. Öyleyse çok memnun etmiş olursunuz. “Ak-Örgöö”deki Toktogul sokağı. Altmış yedi numaralı ev. Yalımızda genelde anneannemle yalnız kalıyoruz. Eğer evde kimse yoksa, yanımızda küçük bir kulübe var. Kunduz abla çalışıyor orada. Biz ona artan etleri, ekmekleri veririz ara sıra. Bir yere giderken de evimizin anahtarlarını ona bırakırız. Geldiğinizde bizi bulamazsanız anahtarı Kunduz abladan alıp, eve girip narlarınızı indirip, mutfağa geçip rahat rahat çay içebilirsiniz. Buzdolabından canınızın istediği ne varsa alıp yiyebilirsiniz. Sonra da narlarınızın fiyatı neyse pencerede asılı duran annemin beyaz önlüğünün cebinde dolar, som ve tenge vardır. Hangisinden isterseniz ondan alabilirsiniz. Tek bir ricam, aynı cepte, küçük bir bloknot bulunmaktadır. O bloknota ne kadar aldığınızı, niçin aldığınızı not düşün. Kız bunları anlatırken gözleri daha da kocaman açılıyor, delikanlının gönlünü daha da kendine doğru çekiyordu.
Delikanlı ise bu dinlenme tesislerinin bulunduğu şehrin pazarında kış demeden yaz demeden sabahın köründe toptancılar hâline gidip, sebze meyvelerini getiren çiftçilerden elma, erik, nar, üzüm kısacası ne denk gelirse onu toptan satın alarak üzerine beş on kuruş koyup kiloyla satıp, bu beş on kuruşluk geliriyle iki çocuğu ve karısına bakıp ayrıca bu harcamalardan kira parasını da artırmak zorunda kalarak zar zor geçinirken, böbreklerini üşüttüğünü, artık doğru dürüst iş yapamadığını, dolayısıyla da buraya tedavi olmak için geldiğini kıza söyleyemedi. Aslında anlatmak istedi ama nedense vazgeçti. Bunun sebebinin ne olduğunu kendisi de anlayamadı.
Karanlık çökmeye başlamıştı. Dinlenme tesisinin bahçesinde oturanlar, odalarına çekildiler.
Ay belirdi. Öyle parlaktı ki etrafı aydınlatıyordu. Çekirgelerin cır cırları azalıp, onların sesini vak vaklayan kurbağaların sesleri bastırdı. Bahçeden sütak kuşunun ses geldi. Yanı başlarından gelen bu ani sesten kız korkuya kapılıp delikanlının göğsüne yaslanıverdi. Delikanlı kızdan gelen hoş bir kokuyla sersemledi. Çünkü böyle bir kokuyla daha önce hiç karşılaşmamıştı.
— Bu nedir? dedi kız titrek bir sesle delikanlıya korku dolu gözleriyle bakarak.
— Korma! Bu, sütaktır!
— Sütak mı?!
— Bu, öyle bir kuştur ki, lanete uğramıştır.
— Niçin?
Kuşun “süt-a-ak” sesi hâlâ duyuluyordu. Bazen yakın bir yerden bazen de biraz daha uzak bir yerden çıkıyordu.
— Bu kuşu yakından göremezsin. Söylentilere göre o bir zamanlar insanmış. Hem de peygamberin geliniymiş. Çok güzelmiş. Onun hoş endamına, âşık olmayan erkek kalmamış, herkes gönül kuşlarını kaptırmışmışlar. Günlerden bir gün birisi çıkıp gelini doğru yoldan saptırmaya çalışmış ve şöyle demiş: “Sen bu endamınla, akıllılığınla, adabınla herkesten üstünsün, bırakmalısın şu geri zekâlı kocanı.” Geline bu sözleri gece gündüz demeden sürekli tekrarlıyormuş. Gelinin niyeti bozularak, kocasına karşı yavaş yavaş soğukluk hissetmeye başlamış. Daha sonra o bozguncu kadın. “Senin kayın pederin sütü çok sever. Ne zaman senden tam yağlı süt isterse, sen de hep su katılmış süt ver” demiş. Gelin kadının dediklerini aynen uygulamış. Onun bu yaptıklarına peygamber olan kayınpederi bile dayanamamış. Sonunda patlamış ve “Kızımdan öte gördüğüm gelinimdin, niyetin bozulmuş, süte su katmaya başladın, akla karayı karıştırdın, gayrı sen ta kıyamete dek “süt-a-ak” diye Tanrıya yalvararak yaşayasın” demiş.
Peygamberin bu duası kabul olmuş, gelin bir serçeye dönüşmüş, yatsı namazından sabaha kadar kimsenin gözüne görünmeden durmadan “süt-a-ak” diye ötmeye başlamış. İmsak vakti girip, ezan okunmak üzereyken ağzına bir damla süt damlıyor ve bu bir damla süt ile hayatını idame ettiriyormuş! Delikanlı bu rivayeti anlatırken kızın gözleri parlıyor, gittikçe adamın yanına sokuluyordu.
— Ama peygamber olan kayınpeder, bozguncu gelini de lanetleyeydi! dedi kız haksızlığa karşı rahatsızlığını dile getirerek.
— Onu da lanetledi, “İnşallah ağzın ile doğurup, başkalarının alay konusu ol, o daldan bu dala atlayıp şakıyarak kötülüğün habercisi ol, millet hep seni taşlasın, kovsun, artık sen saksağana dönüşesin!” diye ona da lanet okumuş ve o gelin de artık bildiğimiz saksağana dönüşmüş! Delikanlı bunları anlatırken kız daha da bir başka merakla onun ağzına bakıyordu.
Sütak hâlâ kendi adıyla seslenerek ötmeye devam ediyordu. Delikanlı bu boz serçenin bir zamanlar insan olduğuna inanıyordu. Kızın da inanmasını istedi. Kız da inandı.
Onlar daha yeni çiçek açmış, aralarında yerini meyvesine bırakmaya başlayan nar çiçeklerinin altında duruyorlardı…
Epey bir vakit geçtikten sonra sütakın sesi kesildi.
— Sütakın ağzına bir damla süt damladı galiba! dedi delikanlı.
— Evet ya, zavallı! dedi kız.
— Bu nedir? dedi kız apak eteğine damlamış birkaç damlayı delikanlıya göstererek.
— Bilmem! dedi delikanlı.
Bembeyaz elbiseye damlayan bu damlalar, tıpkı narçiçeği gibi açık kırmızı renkteydi…
Tan atıp sütakın sesi kesildi. Artık saksağan şakımaya başladı.

bottom of page